Mergüp, Yatağan'dan beri tanışıyoruz o yüzden dediklerimi aman olumsuz değerlendirme. Beni tanıyorsun; hem benim hem eşimin tarihle ilgisini biliyorsun, o çerçevede değerlendir. Niyetim söz meclisten dışarı aslında. Açıkçası kendime şimdiye kadar çok soru sorduğum konulardan bahsetmek için kendime bahane arıyorum.
-- o --
Yabancı diyarlarda gezinirken bir kılıç gördüğümde "Bunu almam lazım" lafını ben de ediyordum 2000 senesinde. İçim içimi yiyordu. Şahsen o devirde paranın değerini yeni unuttuğumdan cepte yüzlerce dolarla gezerdim tatilde. Aynı sene içinde Yunanistan'da hem Pazar günü kapalı olan antikacılar hem de gümrükte papaz olma korkusu, Bulgaristan'da ise hem ülkenin gümrüklerinden kılıç geçirmekten yusuflamaktan hem de ağzı yokedilerek köreltilmiş mahvolmuş bir kılıca sahip olmanın burukluğundan dolayı bu arzum gerçekleşmemişti.
Zamanla değiştim. Koca bir kılıca sahip olabilmenin değil, ufacık bir kalemtıraşı dahi dün yapılan gibi estetik ama daha işlevsel yapmanın beni daha mutlu edebileceği bir insana dönüştüm. Umarım bir gün böyle mutlu olmaya başlarım.
Osmanlı diyoruz, Osmanlı'yız diyoruz da niye Selçuklu'yum, Karamanlı'yım, Germiyanoğlu'yum, Memlük'üm, Artuklu'yum demiyoruz? İmparatorluğu yöneten hanedan'ın adıdır Osmanlı. Yoksa bana sen kimsin diye sorarlarsa şahsen "Ben Türk'üm, Kayı boyundan, Ertuğrul gazi soyundanım." derim. Kendi soyumun tarihine sahip çıkması gereken bizzat benim çünkü. Osmanlı zamanında da dedelerimiz hangi milletten, hangi boydan, hangi kabiledense onu söylerlerdi. Bu bir inkar değildi. Vatanseverdiler ve Devlet-i Osmaniye'nin bekaası için üç kıtayı hallaç pamuğu gibi attılar.
Türk tarihini farklı isimler altına bölmek suretiyle "Türk"lüğü anmayan tasnifler yapmak çok çok sakıncalıdır. Almanların ekserisinin Türk mutfağını dönerden ibaret sanmalarını bilirsin ve muhtemelen seni de gıcık ediyordur. Türk tarihinin de Osmanlı'dan ibaret görünmesine yol açmak da aynı ölçüde sakıncalıdır. Yine de bu, döneri sevdiğimiz gerçeğini, Osmanlı'ya sahip çıktığımız, geçmişimizle gurur duyduğumuz gerçeğini değiştirmez.
Büyük medeniyet olarak gösterilen milletlerin tarihlerine bakarsanız, ne Çin tarihinin, ne Roma tarihinin, ne Rus tarihinin, ne eski Mısır tarihinin, ne Yunan tarihinin ne de Arap tarihinin bizimki gibi bölünmüşlük görüntüsü içinde aktarılmaya çalışılmadığını görürsünüz. Çinli vardır, Mısırlı vardır, Pers vardır, Yunan vardır, Romalı vardır, Arap vardır ama bize gelince ise "pontik step göçebeleri" vardır, "Türkik kavimler" vardır, "Türkleşmiş devşirmeler" vardır, nereden geldiği bilinmeyen gökten zembille inmiş sonra da buhar olup uçmuş kavimler vardır. Çünkü onlara "Türk" kelimesi batar.
Osmanlılık eksenine indirilen tarih, ne İskitleri, ne Hunları, ne Avarları, ne Macarları, ne Selçukluları, ne Danişmend'leri, ne Germiyanoğullarını, ne Memlükleri, ne Karahanlıları, ne Babürleri kapsar. Köksüz, devşirme bir insan güruhu olarak yaftalanırız. Ondan sonra da yok metal işçileri bilmem hangi başka millettir, çeliği Hint yada Rus üretmiştir derler. Ata binmeyi Çinlilerden öğrendiler derler. Yatağan'ı Yunan'dan öğrendi derler. Trakya'da yapılan 40 kilometrelik Anastasios surları Türk akınlarını önlemek içindir demezler. Hun demezler, "Çin'in savaşan eyaletler dönemi" derler. Babürler Türk'tür demezler, Moğol kökenli Mungallar'dır derler. Halıcılığın kökeni elin İngilizi gelir kendi ülkende sana itiraz eder, Perslere dayandırır.
Bir sanat eseri yada bilime bir katkı söz konusu ise batı dünyasında Türk denilmez, ancak MS Encarta'nın CD'sinde Almanya'daki Türkler için aranıp taranıp, saçı sakalı birbirine girmiş, pislik içinde döner kesen bir adamın resmi bulunmuş ve uygun görülmüştür.
Osmanlının üç kıtaya hakim olmuş kudreti ve zenginliğiyle ürettiği güzelliklerini toplamak da en az Osmanlı'daki kadar zenginlik gerektirir. Bu nedenle asil ancak erişmesi pratik olarak imkansız bir hedeftir.
Daha camideki hocası caminin çinisini söküp elektrikli süpürge satın alacak seviyeyi aşamamış iken ilk yapmamız gereken kimliğimizi, tarihimizi ve eserlerimizin değerini öğrenmek ve bunların en azından elimizde olanlarına sahip çıkma bilincini aşılamaktır.
Avrupa birliği, IMF, UNESCO gibi kurumların ve yabancı ülkelerin Türkiye'deki tarih ve arkeoloji araştırmalarına akıttıkları paraların sizce kaçı Türk eserleri ve Türk tarihine yöneliktir? Balkan Harbinde tahrip olan Edirne sarayı, Beyşehir'deki Kubat Abat sarayı ne durumdadır? Buna karşılık Efes şehrine ne kadar para akıtılmıştır?
Zamanında, hatta bu gün bile hutbelerini adımıza okuyan milletlerden kaçının tarihini biliyoruz? Türkçe konuşan milletlerin kaç tanesinin tarihini biliyoruz?
Tarihimize sahip çıkmanın ardından gelmesi elzem olan da, geçmişteki atalarımızın çalışkanlığı, disiplini ve terbiyesi ile gayret gösterip, bu mirasımızın üstüne bir miras yedi gibi yatmayıp, bunun üzerine kendi emeğimizi, alınterimizi koymamızdır. Bu da eski sanatkarların eserlerini Adana'daki Sabancı Camii'ndeki gibi fütursuzca taklit etmek değil, Cumhuriyet döneminin 1. Ulusal Mimarlık akımı gibi sanatımızı eskiye sırt çevirmeden bir adım daha ileri götürmektir. Mimar Kemalettin ve Vedat bey'in eserlerine bakmak söylediklerimi kavramak için kâfidir. Mimar Sinan'ın yaptığı gibi bu topraklardaki kültürel mirası da bize mi, bizden öncekine mi ait demeden sahiplenmek gerekir.