Arkadaşlar dayanamayıp bugün yeğenimi de alıp Topkapı Sarayı'na gittim. Çocukluğumdan beri Akeri Müzeden sonra en çok ziyaret ettiğim 2. müzedir ancak 2 yıldır gitmemiştim; yeni silahhane de vesile oldu.
Öncelikle yukardaki hasbihale de atıf yaparak söyleyeyim Saray'ın tamamında resim çekmek artık yasak olmuş. Türkiye'de gezdiğim müzeler içinde resim çekmenin tamamen yasak olduğu ilk müze burası. İnşallah Kültür Bakanlığı bu uygulamayı diğer müzelerine de uygulamaz. Fotoğrafın esere zarar vermesi kesinlikle mümkün olmadığı tabii olduğuna göre herhalde Mergup'un belirttiği maddi sebeplerden bu yasak konulmuş lakin açıkçası bu sebepleri de gerçekçi bulmuyorum. Zira bir eserin fotoğrafını görmekle iktifa edecek insan zaten baştan müze gezmez. Müze ziyaretçisi ya o eseri canlı canlı görmeye gelmiş bir meraklıdır veya turisttir. İçinizde Louvre'a gidip te "Mona Lisa'nın resmini internette görmüştüm" diyip tabloyu görmeyi es geçecek olan var mı? Bilakis eserlerin resimlerini görmek müzeyi ziyaret edip o eserlere isteğini arttırıcı bir unsurdur bence.
Neyse ben size silahhane'den bahsedeyim. Öncelikle, sergininin yeri değişmemiş, Birun avlusunda Divan'ın bitişiğindeki salonda. Ancak içdüzenlemeyle sergi alanı arttırılmış. Eserler daha albenili biçimde sergileniyor. Sergide, daha önce silahhanede sergilenen eserlerin yanısıra bir o kadar da yeni silah var. Eski sergiden bir iki parça da zannederim kaldırılmış. Daha önce sergide olan Memlüklülere ait bazı erken dönem kılıçlar yok mesela.
Alışık olduğumuz üzere sergide bulunan silahlarda bazı ciddi etikletleme hataları mevcut. Özellikle geç dönemde değiştirildiği anlaşılan gümüş armudi başlı kabzalı bir kılıç var. Namlu formu mükemmel 17.yy klasik Osmanlı kılıcı formunda, lakin kılıcın etiketinde 14.yüzyıl olarak tarihlenmiş. Takdir edersiniz ki bunu göründe gözlerim yuvalarından dışarı uğradı zira Fatih'ten bile önce klasik formda bir Osmanlı kılıcı yabana atılır birşey değil. Ama namlu formu açısından doğru olması imkansız. Müze yetkilieri bu sonuca nasıl ulaşmış bilmiyorum ancak büyük ihtimalle namlu kitabesinde silikleşmeden oluşan bir okuma hatası veya başka bir bürokratik hata olduğuna kaniyim.
İkinci çok ilginç durum daha önce de sergide olan ve tüm katalog ve kaynaklarda II.Beyazıt'a ait olarak adlandırılan, kabzaları daha sonra S balçak ve el siperli olarak değiştirilmiş birbirinin eşi iki kılıçla ilgili. Bunlar yeni sergide birbirinden ayrılmış ve biri II.Mehmed'e diğeri (yanlış anımsamıyorsam)Abdülmecid'e ait olarak etriketlenmiş. Kılıçlar namlu formu olarak klasik ile erken arasında, klasiğe çok yakın duruyorlar bu açıdan Beyazıt dönemi bana mantıklı geliyor. II.Mehmed ve hele de Abdülmecit gibi geç döneme ait olmaları kesinlikle mümkün değil, tornadan çıkmış gibi birbirine eş olan ve kesinlikle aynı ustanın elinde çıktığı belli olan iki kılıcın birbirinden farklı dönemlere ait olması da olası değil. Tahminimce bu klılıçlar daha sonra adıgeçen padişahlar tarafından kullanıldı ve belki de bu padişahlar adına yeni tarihli kitabeler nakşedildi, bu durum geç dönem elsiperli kabzalar ile de birleşince küratörler yanıldı.
Bir de tabi eskiden beri sergide olan asimetrik namlulu kısa bir tür satır var ki evvel beri "cellat palası" olarak etiketlenir. Kabzası Avrupa av kılıçlarını andıran bu satırın hiçbir şekilde Türk olmadığına, cellatlıkla da alakası olmadığına iddiaya girerim. Ki zaten o acayip küt uçlu kısacık satırla nasıl kafa kesilir çözebilen beri gelsin. Çok benzer başka bir satırı zannediyorum güney asya silahları içinde görmüştüm, hatırlayabilir veya bir benzerini bulabilirsem iki resmi yanyana koyup sizlerle de paylaşacağım. Böylece bu cellat palası efsanesi de belki sona erer.
Bir de şu müzelerimizdeki "tören silahı" yakıştırması modasından bir kurtulsak çok sevineceğim. Bu tamamen günümüz araştırmacılarının icadı olan bir yaftalamadır. 21.yüzyılın anlayışı ile düşünen bir araştırmacı bir silaha bakıp onu biraz fazal süslü bulursa, veya kullanış şekline aklı kesmezse hemen "tören silahı" damgasını vuruverir. Özellikle de söğüt kalkanlar için kullanlır bu yafta.Halbuki minyatürlerdeki savaş sahnelerinde binlerce defa görülmelerini saymasak bile, günümüzde askeri sanatlar üzerine pratik çalışmalar yapanlar( yani eline kılıcı, kalkanı, oku yayı alıp deniyenler) bu çelik göbek etrafına ibrişim sarılı söğüt dallarında yapılan kalkanların darbeye karşı ne kadar mukavim olduğunu bize bildiriyor.Süslü kılıçlar için de söyleyeceğim "Osmanlının kılıcı süslü de olsa keser" olacaktır.
Bu saydıklarım dışında sadakların yay kılıfı adıyla etiketlenmesi gibi birkaç ufak tefek kusuru da saymazsak sergiyi beğendim. Daha önce resimlerini gördüğüm ama bizzat göremediğim Fatih'e ait ikinci kılıcı da inceleme şansım oldu. Meşhur yazılı kılıcın namlusu daha dar ve daha hafif, sade bir kopyası gibi bu kılıç, selçuklu minyatürlerindeki kılıçlara da birebir benziyor ve Fatih'in asıl meşhur kılıcı ile birlikte bize Osmanlı öncesi Türk kılıçlarının formunu haber veriyor adeta . Bu iki kılıcın ve yine sergideki enli meçin aynı ustanın elinden çıktığı belli. Bu kılıçlarda koftkari hattın nerdeyse kabartma halinde olmasına da hayran kaldım. Serginin bir güzel yanı da kılıçlara çok yakından bakabilecek şekilde vitrin düzenlemesi yapılmış ve çok iyi aydınlatılmış olması. Böylece namlu yüzeylerini de ayrıntılı olarak inceleme fırsatım oldu. Kılıçların çoğu ayna perdahlı olduğundan yüzeylerinde bir harelenme görmem mümkün olmadı ancak bir kılıçta nefis hareli dımışkiye, birkaç kılıç ve yeşim kabzalı bir Babürlü kamasında çok güzel polat bezekleri görebildim. III:Selim'in çift hilal kabzalı ilginç palası ve ilk defagördüğüm Kanuni'ye ait bir meç de sergilenenler arasındaydı. Eğri kılıcı diğer tüm silahların üstünde tutarım ama nerdeyse uzun bir süngüye benzeyen,üçgen kesitli, kendine has çok ilginç balçaklı bu meç de ilgimi çekti. Avrupa'da rapierin, smalsword'un esamesi okunmazken çok pratik ve özgün bir formda yapılan bu hafif ve zarif saplama silahları ayrıca bir inceleme konusu olmalı.
Sergide klasik ve geç dönemlere ait zırh takımları da var. Daha önceki sergide orta bölümde manken üzerinde iğreti duran birbirine eş iki zırh bu sergide çok zarif biçimde sergileniyor. koçakların içlerinden aynaların birleşme yerlerine kadar ayrıntılı inceleme imkanı veriyor. Çömelip miğferlerin içlerinde yastık var mı diye bakmaya çalışırken biraz komik duruma düştüm ama değidi. Biçok miğferin içinde kırmızı kadife astar var. Bazılarının içindepamuk dolgu yastık bulunuyor(bir miğferin yastığı yırtıktı ve içinden pamuk sarkıyordu) Bir diğer miğferde kırmızıya boyanmış pullu bir maddeden bir astar gördüm, bir tür balık veya sürüngen derisi idi zannımca. III:Ahmet'in geç döneme ait yekpare aynasız örme zırhı da sergiye yeni giren başka bir eser. Ayrıca sergide İran külahüd miğferleri ve dönen platform üzerinde İrani bir cahar ayna zırh da bulunuyor. Cahar aynaların iç kısımları yine dolgu astarlı.
Sergide ayrıca bir de hologram odası var. Burda bir levent, bir sipahi ve bir yeniçeri arz-ı endam ediyor. Sipahi ok atıyor. Yeniçeri alaybozan tüfeğini doldurup ateş ediyor ve levent piştovunu doldurup yatağanını havada savuruyor. Çocuklar ve büyükler için izlemesi eğlenceli.
Silahhane sergisi dışında Hazine içinde Kanuni'ye ait ve balçak üzeri süslemeleri ile meşhur bir başka kılıç ile yine Kanuni'ye ait Ahmet Tekeli imzalı meşhur yatağan görülebilir. Tekeli yatağanın ilk kez canlı canlı görmüş oldum. Nerdeyse bir saldırma denebilecek kadar kısa olması ilginç geldi. Üstündeki saz üslubunda nefis rölyef (ejderha ile simurg mücadele sahnesi) ve koftkari bezeme müthiş.
Çıkışta müze satış mağazasına silah kataloğunu sordum ama henüz çıkmadığını söylediler. Umarım yakında çıkar. Şu "14.yy." kılıcının kitabesini çok merak ediyorum doğrusu.